
TİHEK Türkiye Yüzyılı’na Yaraşır Bir İnsan Hakları Kurumu Olmalıdır
Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK), 2016 yılında kurulmuş olup, üye seçimleri ve göreve başlaması 15 Temmuz darbe girişiminin oluşturduğu gecikmeler nedeniyle 2017 yılı Mart ayında gerçekleşmiştir. Ben de Sayın Cumhurbaşkanımızın ve Kurul üyelerimizin takdirleriyle bu kurulun ve kurumun başkanı olarak görevlendirilmiştim.
Göreve başladığımızda Kurumun henüz çok yeni olması, fiziki imkânsızlıklar, personel yetersizlikleri ve kurumsallaşma süreçleri gibi her yeni kurumun karşılaştığı zorlukları kurul üyelerimizle birlikte göğüsledik. Dört yıllık görevimizi 2021 yılında tamamladık. Yeni oluşturulan 2. dönem kurulu da görevini tamamlamak üzere olup 3. dönem için karar sürecine girilmiştir. Bu vesileyle, başkanlık dönemime dair hatıralarımı, tecrübelerimi, kurumun geleceğiyle ilgili kanaat ve temennilerimi zaman zaman paylaşmayı önemli ve gerekli gördüğümü ifade etmek istiyorum.
Hemen vurgulamalıyım ki, insan hakları, hukuki normlarla sınırlı kalmayıp aynı zamanda ahlak, yaşam felsefesi, din, kültür ve medeniyet boyutları da taşır. Tarih boyunca farklı toplumlarda şekillenen insan hakları anlayışı, Veda Hutbesi’nden Magna Carta Libertatum’a, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nden Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ne kadar pek çok önemli belgede hakların kaynağı olarak açıkça Yaratıcı / Tanrı / Yüce Varlık kavramıyla ifade edilmiştir. Bu zihniyetin bir devamı olarak, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi hazırlanırken de Beyannamenin başında Tanrı’ya atıf yapılması teklif edilmiş, ancak komünist Çin’in karşı çıkması ve SSCB’nin desteklemesiyle Tanrı kavramı beyannamede yer alamamıştır. Böylece, Yaratıcı / Tanrı kavramı insan hakları literatüründe evrensel bir değer olmaktan çıkarılmış, din ve vicdan hürrriyeti kapsamında görünmez alana çekilmiştir. Bu, evrensel olmayanın evrensele, azınlığın çoğunluğa galip gelmesidir. Çünkü, insanlığın çoğunluğu mahiyeti farklı da olsa bir Tanrı inancına sahiptir. Bu nedenle, evrensel metinlerde inanmayanların inanmama hakkı korunmalı ama “Yaratıcı / Tanrı” kavramı mahiyeti belirtilmeksizin belgelerde görünür kalmalıdır. Buna karşılık, günümüzde insanlık, büyük ölçüde Birleşmiş Milletler merkezli seküler insan hakları anlayışı çerçevesinde yönlendirilmektedir. BM Şartında Tanrı yerine görünür kılınan veto yetkili beş üye insan hakları sistemini tıkamakta, çelişkileri ve çifte standartları nedeniyle insan hakları düzenini derin bir güven krizine sürüklemekte, işlemez hale getirmektedir.
Nihai hesap sorucu olan Yaratıcı’yı / Allah’ı yok sayan veya ikinci plana atan bir yaşam felsefesinin insanlığa kalıcı huzur getirmesi mümkün değildir. Türkiye, Anayasa’nın değiştirilemez kalbi niteliğindeki İstiklâl Marşı’ndan aldığı güç ve köklü medeniyet birikimiyle, evrensel hak değerlerini çağın anlayışına uygun biçimde yeniden yorumlayacak imkâna sahiptir. Bu kapsamda, İslam medeniyetinin özgün insan hakları yaklaşımının günümüz dünyasına sunulması sadece ülkemiz için değil, insanlık için de tarihi bir imkândır. Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu bu bakış açısını taşıyacak yetkinlikte olmalıdır. Bu hedefin “Türkiye Yüzyılı” vizyonuna uygun şekilde hayata geçirilmesi, ancak adil, yerli ve milli, hem içe karşı hem dışa karşı bağımsız bir anlayışla çalışan güçlü bir kadro ile mümkündür. İnsanı insana ve emperyalist yapılara kul olmaktan kurtaran, hak ilişkilerini sadece devlet-birey düzeyinde değil bireyler arası her alanda da gözeten; insan haklarını dikey olduğu kadar yatay boyutuyla da geliştiren “Hakk’a Tapan Millet” anlayışı, Türkiye’nin dünyaya sunabileceği güçlü ve özgün bir katkıdır. Zira medeniyetimizdeki kul hakkı kavramı, mevcut insan hakları anlayışından çok daha kapsamlı, derin ve etkin olup insanlığın özlem duyduğu bir değer sistemidir. Devletin polis ve yargı gücüne gerek kalmaksızın, bireylerin birbirlerinin hakkına riayet ettiği, manevi sorumluluk bilinci yüksek, sürdürülebilir bir hakşinas toplumun inşası da bu anlayışa bağlıdır.
Birleşmiş Milletler’in 8 Mart 1999 tarihli “Evrensel Olarak Tanınan İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Geliştirilmesi ve Korunmasında Bireylerin, Grupların ve Toplumsal Kuruluşların Hakları ve Sorumlulukları Üzerine Bildirge”sinin 7. maddesi şu şekildedir: “Herkes, bireysel olarak ve diğerleriyle birlikte, insan haklarına ilişkin yeni fikirler ve ilkeler geliştirme, bunları tartışma ve kabul edilebilirliklerini savunma haklarına sahiptir.” Nitekim Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği bunu daha da öteye götürerek kendi kültürel farklılıklarına uygun, fakat aile kurumuna zarar veren insan hakları belgelerini ve mekanizmalarını oluşturmuş, uygulamaya koymuş, içtihatlarla şekillendirmiştir. Benzer şekilde, Türkiye de kendi medeniyet değerlerinden yararlanarak günümüz insan hakları anlayışına özgün ve derinlikli katkılar sunabilir, daha gelişmiş insan hakları belgelerini ve mekanizmalarını kurabilir, işletebilir, benzer ittifaklara dahil olabilir veya öncülük edebilir.
Görev dönemimizde TİHEK, bu vizyon çerçevesinde uluslararası sempozyumlar düzenleyerek medeniyet değerlerimiz ile modern insan hakları anlayışı arasında köprü kurmayı hedefledi. Bu vizyon doğrultusunda, o dönemde birçok önemli adım atıldı. Şerre fren olunduğu gibi hayra da motor olunmaya çalışıldı. Bunlardan ilki, “İnsan Haklarını Yeniden Düşünmek” başlığı altında gerçekleştirdiğimiz uluslararası sempozyumdu. Bu sempozyumda egemen insan hakları doktrininin abartılı seküler yönelimi ve birey-eksenli oluşunun, bazı insan hakları ihlâllerine kapı araladığı, insan hakları doktrininin kendi bünyesinde dine ve dinî değerlere daha geniş bir alan açması hâlinde, hem kendi meşruiyetinin hiç olmadığı denli güçleneceği, hem insan haklarının kapsam ve içeriğinin zenginleşeceği ve hem de insan haklarının evrensellik iddiasının çok daha inandırıcı olacağı vurgulandı. Ardından, henüz İstanbul Sözleşmesi yürürlükteyken düzenlediğimiz “Ailenin Korunması Hakkı” temalı ikinci uluslararası sempozyum, hem zamanlaması hem de etkileri açısından önemli bir dönüm noktası oldu. Bu sempozyumun kamuoyundaki yansımaları ve bilimsel çerçevesi, daha sonra ülkemizin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sürecine giden yolda ciddi bir zemin oluşturdu. Egemenlik haklarımızın sembol metni İstiklâl Marşı’nın tüm insan hakları belgelerinin üstündeki konumuna ve anayasal değerine işaret edildi.
Görev dönemi sonrasında Aile Bakanlığı’nın “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı”nı hazırlaması ve 2025 yılının “Aile Yılı”, 2026-2035 yılları arasının “Aile ve Nüfus 10 Yılı” olarak ilan edilmesi, bu çabaların bir devamı ve tamamlayıcısı niteliğindedir. Bu gelişmelerin kurumsal perspektifimizle örtüşmesi ve ülke genelinde yankı bulması, TİHEK için stratejik bir başarıdır.
Yine o dönemde, TİHEK Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Ulusal Kamu Diplomasisi Strateji Belgesi ve Eylem Planında bir görev üstlendi. Buna göre “İnsan Hakları Konusunda Farkındalığın ve Duyarlılığın Artırılması” Stratejik Amacı ve “İslam İşbirliği Teşkilatı bünyesindeki insan hakları mekanizmalarının geliştirilmesi, bu doğrultuda öncülük ve rehberlik edilmesi” hedefi kapsamında İslam dünyasının zengin tarihi insan hakları birikimini içeren bir kitap yayımlanarak uluslararası alanda paylaşılması faaliyetini TİHEK gerçekleştirecekti. Bu bağlamda “yaşam hakkı, can, mal, namus dokunulmazlığı, eşitlik, kadın-erkek hakları, suçun ve cezanın şahsiliği ilkesi” gibi Veda Hutbesinde yer alan hususların; 6701 sayılı Kanun uyarınca TİHEK’e yüklenen “insan haklarının korunması ve geliştirilmesi ile ayrımcılığın önlenmesi” görevleri ve taahhüt ettiği sorumlulukları ile doğrudan ilişkili olduğu düşüncesindeydik.
Tüm bunların doğal bir tamamlayıcısı olarak, Diyanet İşleri Başkanlığı ile birlikte yürütülmesi planlanan “Temel İnsan Hakları Belgesi Olarak Veda Hutbesi” konulu uluslararası sempozyum da bu vizyonumuzun önemli bir parçasıydı. Bu sempozyuma dair Başkanlık düzeyinde görüşmeler yapılmış, mutabakat sağlanmıştı. Görev dönemimde atılan son imza bu sempozyuma ilişkin olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’na gönderilen yazının imzasıydı (İlgili yazı Ek’te sunulmaktadır). Görevi devrederken yeni Başkandan talep ettiğim özel ricam da bu sempozyumun gerçekleştirilmesi idi. Her ne kadar benden sonraki dönemde bu sempozyum gerçekleştirilememiş olsa da, bu kıymetli çalışmanın yeni dönemde hayata geçirilmesini ümit ediyor, bu görevi bir emanet olarak devrettiğimi ifade etmek istiyorum. Zira, bu sempozyumu gerçekleştirmeyecek veya gerçekleştiremeyecek bir insan hakları ve eşitlik kurumunun Hakk’a tapan milletimize, “Dünya 5’ten büyüktür” diyebilen devletimize yakışmadığını düşünüyorum. TİHEK, Birleşmiş Milletler veya Avrupa Konseyi’nin değil, Hakk’a tapan milletimizin kurumu olmalıdır.
Bu sempozyumun ulusal bir insan hakları kurumu tarafından uluslararası düzeyde gerçekleştirilmesi, medeniyet temelli insan hakları anlayışımızı uluslararası düzeyde görünür kılmak adına önemli bir fırsattır. Bu fırsatın değerlendirilmesini, hem kurumumuzun vizyonu hem de milletimizin değerleri adına güçlü bir temenni olarak buraya kaydetmeyi sorumluluğumun bir parçası olarak görüyorum.
Bu vesileyle, görev yapan ve yapacak olan tüm kurul üyelerine ve çalışanlarına teşekkür ediyor, yeni dönemin milletimiz ve kurumumuz adına başarılı geçmesini temenni ediyorum.
Av. Süleyman Arslan – TİHEK Kurucu Başkanı (2017–2021)
Hayırlı çalışmalar diliyorum. Hakkın adaletin eşitliği değerini ancak mağdur olunca anlayabiliyoruz devletin temeli ve ana felsefesi ve ana gayesi hukuk olmadıkça adalet ve hukuk gerçek anlamda işlemedikçe ortada ne aile kalıyor ve cemiyet kalıyor ne demek kalıyor
Teşekkür ederim, yazı çok güzel, bir çok hakikati ifade etmiş, medeniyet anlayışımızı temellendirmiştir. Arzumuz odur ki insan hakları evrensel beyannamesi olan veda hutbesini konu edilnen sempozyumgerçekleşsin. Ve bu sempozyum kitap laştırılsın ,videolara kaydedililsin. Çağımız insanına rehberlik edecek konuma oturtulsun.